Limon Ağacı


Bir İsrail-Filistin hikayesi. Filistin ile İsrail’in çok da belli olmayan sınırı burada da görünüyor. Filistinli bir kadın ve onun limon ağaçlarıyla dolu bahçesi odak. Film limon bahçesinin hemen karşısına İsrail savunma bakanının taşınmasıyla başlıyor. İsrail istihbarat servisi bu bahçedeki ağaçların, güvenliği tehdit ettiğini, teröristlerin bu bahçeye sızarak bakanın evine ateş açabileceğini düşünüyorlar. İşte film bu öngörüyle ilerliyor. Filistinli kadına ağaçlarının kesileceği, bunun için de kendisine tazminat verileceği bilgisi gidiyor. Bundan sonrası kadının İsrail devletine açtığı davayla ilerliyor.
Film güzeldi. Hüzünlü ve anlamsız savaşın ne kadar anlamsız yollarla körüklenerek devam ettiğini gösteriyor nispeten.
Bazı ayrıntılar var tabi filmde. Mesela bakanın karısının Filistinli kadına karşı hissettikleri ama elinden bir şey gelmeyen hali. Boyun eğme durumu ama aynı zamanda sessiz bir isyan var.
Ayrıca Filistinli kadının İsrail devletine açtığı davada onu savunan avukatıyla arasındaki yaş farkına rağmen yaşadıkları aslında pek de yaşayamadıkları aşkvari durum.
Film insani bir şeylere dokunuyor. İnsanın sinirlerini bozuyor. Ama güzel, izlenebilir. Bu arada filmin aynı adı taşıyan kitapla, konu olarak bir alakası yok. O da bir İsrail-Filistin hikayesi ancak konu tamamen farklı.

Küçük Deniz Kızı Ponyo


Bu adama diyecek ne olabilir ki gerçekten. Miyazaki’den bahsediyorum tabiî ki. Daha önce Ruhların Kaçışı ve Yürüyen Şato’yu izlemiştik ve son olarak Ponyo’yu izledik. Bu adamın gerçeküstücülüğü insanı gerçekten epeyce bir derinde etkiliyor.
Filmde yaşanan bir çok şey doğalının oldukça dışında. Ama bu bahsettiklerim gerçeküstü öğeler değil. Sıradan olaylar oldukça farklı yansıtılıyor. Birkaç örnek verebilirim. Filmde baş karakterimiz 5 yaşında bir erkek çocuk olan Sozuki. Sozuki annesine ve babasına ismiyle hitap ettiğinden önceleri annesi babasının onlar olduğunu algılamakta biraz zorlanılıyor yani biz zorlandık en azından :) Anne kesinlikle hiç sıradan bir anne değil. Bir kere çok genç, çocuk da oldukça olgun. Örneğin annenin uçurumun kenarında çocuğu da arabadayken nasıl hızlı araba kullandığını görünce insan gayri ihtiyari napıyor bu ya diye düşünüyor :) komik ama öyle. Ama kadın gayet rahat. Sonra baba karakterimiz denizci ve bir gün geç haber vererek sefere gidiyor ve anne buna sinirleniyor ve resmen kocasına trip yapıyor ama öyle gerçek ve doğal ki ama insana tuhaf gelen bunu çocuğundan hiç saklamadan yapışı. Oğlu onu avutmaya çalışıyor falan. Güzeldi yani. Sonra bir ara çok ciddi bir fırtına çıkıyor ve anne oğluna evde bırakıp başka bir yere gidiyor. Oğluna olan güvenini görmeniz lazım ve çocuğun olgunluğunu.




Filmde çok saf bir sevgi izliyoruz. Ve nerdeyse kötü bir karakter yok diyebiliriz. Kısacası bu filmi ve tüm filmleri izlenmeli Miyazaki’nin. Mükemmel. :)

Aklı Havada


Jason Reitman’ın daha önce Juno’sunu izlemiştim. Oldukça beğenmiştim. Bu filmi de izlerken biraz onun güveni vardı esasen. Peki nasıldı? Yani bilmiyorum. Hikaye evet fena değil. Yılın nerdeyse her günü işi sebebiyle seyahat eden yakışıklı bir başrol oyuncumuz var (George Clooney). Ve artık bu seyahat hali hayatının kendisi haline gelmiş. Seyahat etmediği zamanlar kendini berbat hissediyor. Evini evi gibi göremiyor. Kardeşinin düğünüyle aslında ailesinden yıllarca nasıl uzak kaldığına dair de ipuçlarını almaya başlıyoruz.
Yapılan iş ise tabi insanı oldukça rahatsız eden bir bölüm. Bu insanlar diğer şirketler tarafından kiralanıyorlar ve patronların kovmak istedikleri kişilere patronlar adına onlar bu durumu bildiriyorlar. Can sıkıcı bir iş ya da öyle görünmesine rağmen adam işinde çok başarılı ve bunu severek yapıyor.
Filmde beni rahatsız eden şeylerden biri şu; başrol oyuncumuzun yanında şirkette yeni ama gelecek vadeden parlak bir bayan karakter var. Bu karakteri oraya bir türlü oturtamadım nedense. İnanılmaz itici olduğunu düşündüm film boyunca. Ayrıca çaylak kızımız diğer karakterlere hayatın anlamı ve işinin hayatı olmadığına dair nutuklar atıyor. Ama bir yandan da işinde ana karakterden daha acımasız olduğu sahnelere tanık oluyoruz. Orada durumun birbirini tamamlamıyor olması beni rahatsız etti ama belki de bu da bilerek yapılmış bir şeydir. Sonra aktörümüz birden başka bir seyahat bağımlısına aşık olur. Değiştiğini hisseder. Ailesinin biraz daha farkına varır. Bundan sonrası biraz daha klasik ilerliyor. Neyse sonuna kadar gelmeyeyim izlerseniz siz görün.
İzleyelim mi yani derseniz. Bence izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz ama izlene de bilir.

Soul Kitchen


Ve tabi Soul Kitchen yani Fatih Akın. Ben Fatih Akın filmlerini sevenlerdenim. Bence bu işi biliyor derim. Amma velakin Soul Kitchen’a gittiğimde hissettiğim şey tam olarak bu değildi. Yani kötü film demem sanırım bu filme ama Fatih Akın’dan beklediğim şeyi tam olarak vermedi aslında bana.
Filmde tuhaf olan şu; bir kere bence basit bir hikaye üzerine kurulmuş. Ve sonrasında yan hikayecikler oluşmuş. Bu hikayeciklerle film asıl olandan uzaklaşıp yakınlaşma arasında gidip gelmekte.
Sonra, karakterlere tam olarak bir türlü ulaşamıyoruz hissindeydim. Yaklaşıyoruz ama tam doldurulmadığı için tekrar uzaklaşıyoruz. Mutfak duvarına bıçak saplayan bir Birol Ünel ve sonra puf nerde? Ya da garson kızımız da bende biraz böyle bir his uyandırdı. Bilmiyorum belki de çok eleştirel yaklaştım. Neyse sonuç olarak kötü bir film değil ama ben daha başka bir beklentiyle izledim sanırım.
Filmin müzikleri üzerine konuşmuyorum bile çünkü onlar hemen alınası dinlenesi türdenler.
Filmi de izlemeyin demem. Bence izlenir. Keyifli.

SÜT


Semih Kaplanoğlu’nun üçlemesinden biri. Yumurta’ydı ilki, ikincisi Süt. Diğeri de bal bildiğim kadarıyla. Yumurta bence güzeldi. Buram buram bir sanat filmiydi en kötü tanımlamayla :) bu filimle aslında taşlar biraz daha yerine oturuyor. Üçleme olması sebebiyle sanırım Bal’da biraz daha anlam kazanacak. Ama şöyle bir yanılgı olmasın, filmler öyle pek birbirine bağımlı ilerlemiyor. Birini izleyip diğerini izlemeseniz de olur. Sadece bir tamamlanma hissi gibi. Ama eksiklik yaratmıyor izlemeyince insanda.
Neyse filme gelmek gerekirse ki gerekir konumuz zaten film. Evet yani olmuş, güzel noktalar vardı. Mesela yılanı deliğinden çıkaran şey tatlı dil değil de sütmüş, onu bilmiyordum ben. Sakin dingin bir film tarzı itibariyle. Ama beni deli eden filmin sonu oldu. Dakikalarca süre anlamsız bir ışık patlamasıyla bitiyor. Ve inanın bu neyi tamamlıyor. Neden tercih edilmiş bunu bilemedim anlayamadım.
Genel anlamda bakıldığında bence bu tarz durağan filmlerden hoşlanıyorsanız izlenebilir bir film. Ama büyük beklentilerle değil tabiî ki. Ben Bal’ı da izlerim nitekim.

Adalet Peşinde


Adalet peşinde güzel başlayan bir filmdi. Sonuna kadar da fena gitmedi aslında ama bu filmin de sonu beni hoşnut kılmadı. :)
Film Amerika adalet sistemini çürütmeye yönelik bir film diyebiliriz. Aslında sadece Amerika değil genel anlamda adalet sisteminin saçmalığı üzerine kurulmuş. Güzel de değinmiş esasen. Karısı ve çocuğu öldürülen bir adam bunun çözümünü adaletten beklerken bir de bakıyor ki durum hiç de sandığı gibi olmuyor bunun üzerine 10 yıl sonra inanılmaz bir birikimle geri dönüyor ve intikam alıyor. Almaya çalışıyor ya da. Ve bunu seyircide merak uyandıran şekilde işliyor. Keyifli bir Holywood filmi aslında.
Sadece filmin sonundaki o vazgeçişi anlayamıyorum. Yani hikayenin ya da yönetmenin neden vazgeçtiğini tam olarak çözemedim. Evet sisteme karşıyız, evet adalet sisteminde ciddi bir boşluk var ama bir dakika durun lütfen o kadar da değil demişler sanırım. Sonunu burada yazmayayım ama sonu insana bu mesajı veriyor gibi.
Neyse bence izlenesi bir film.

Kızıl Kıyamet


Aman tanrım işte bu film filmleri aldığım yerin bana attığı büyük bir kazıktır diyebilirim. Ne manada kazık? Şöyle ki; öyle bir ısrarla bu filmi almamızı istedi ki resmen hayır diyemedik.
Film Çin’in en kanlı savaşını anlatıyormuş. Tamam bunda bir sorun anlatsın tabi adamlar ama biz neden izledik ya. Bu kadar yavaş ilerleyen bir savaş filmini gerçekten neden izledik? Yani evet aslında Çin kültürü ve onların film tekniğini seviyorum. İzlemeye değer bana kalırsa Uzakdoğu sineması ama bu değil. Yani şimdi o kadar paraya ve emeğe de saygı duymak lazım. Filme kötü demek istemiyorum ama bana göre değil. Ben savaş filmlerini severim ama bu filmi izlerken sürekli neden bu kadar uzatılmış hissiyle izledim. Artık bir nihayete ersin istiyor insan izlerken sürekli. Kısacası benim görüşüm olmamış. Bırakın rafta kalsın zaman kaybetmeyin derim. Ama yok ben hem uzun filmleri hem Çin’i hem de Savaş sahnelerini severim derseniz. Buyurun keyif sizin.
 

Copyright © 2009 Amatör Bakış All rights reserved.
Converted To Blogger Template by Anshul Theme By- WooThemes