Mary and Max


Merhaba,
Mary and Max son zamanlarda izlediğim en iyi animasyon hatta en iyi filmlerden biriydi sanırım. Çizimlerini sevdim, tarzını sevdim, seslendirenleri de sevdim, konuyu çok sevdim.
Burada filmi size de özetlemeye çalışayım ama bu film bence kesin izlenmeli.
Filmde temel iki karakter var. Biri Amerika’da yaşayan Max adında asperger sendromu denilen bir rahatsızlığa sahip 40’lı yaşlarında bir erkek. Max yalnız yaşayan bir karakter. Küçük yaşta babası, annesi ve onu terk ettikten sonra annesi de intihar etmiş. Max o günlerde de özel bir çocukmuş ve sonrasında da iyice yalnız kalmış. Hayatta hiç arkadaşı yok sadece düzenli olarak gittiği bir psikiyatrı bir de kendinden yaşlı, gözleri pek görmeyen bir komşusu var. Max insanları anlamıyor onları çok karmaşık buluyor hele ki yüz ifadelerini hiç okuyamıyor. O kadar ki kendine insanların yüzlerindeki temel ifadeleri anlamak için hazırladı bir kitapçığı bile var. Oldukça zor bir hayat Max’inki ama o aslında halinde memnun da diyebiliriz. Çünkü Max kendini böyle biliyor ve böyle seviyor. Ve “bu hastalığın bir çaresi bulunacaktır” gibi açıklamalardan hoşlanmıyor çünkü o iyileşmek istemiyor. Bunu bir hastalık olarak da görmüyor aslında.
Gelelim Mary’e. Mary 8 yaşında (ya da film o 8 yaşındayken başlıyor). Mary’nin kendiyle son derece ilgisiz anne ve babası var. Annesi alkolik, babası ise pek görünmüyor bile. Mary’nin her çocuk gibi merak ettiği oldukça fazla şey var. Bunlardan biri de çocukların nasıl dünyaya geldiğiyle ilgili. Babasının Mary’e çocukların biradan çıktığını söylemesiyle Mary bunun sadece Avustralya’da mı yoksa dünyanın her yerinde mi böyle olduğunu merak etmesiyle hikaye başlıyor. Bunu cevaplaması için genel rehberden Amerika’da birine mektup yazarak bunu sormaya karar veriyor. Gelin görün ki bu rastgele seçtiği kişi de Max oluveriyor.
Bu arada Mary’de tıpkı Max gibi oldukça yalnız. Yalnızlıkla dolu bir çocukluk geçiriyor. Sadece çok sevdiği bir horozu var bir de çok sevdiği bir çizgi dizi.
Bundan sonrasıysa gerçekten anlatılacak ya da okunacak bir şey değil, izlenmeli ve herkes kendi yorumunu yapmalı. Benim çok hoşuma gitti, umarım siz de beğenirsiniz.

Kızkardeşimin Hikayesi


Merhaba,
Kızkardeşimin Hikayesi’ni izledik geçenlerde. Nasıldı? Yani. Yani ne demek? Yani şu demek; izleseniz bir şey olmaz ama izlemeseniz de bir şey olmaz. Hani izlerken insan sıkılmıyor filimden ama izlemediğinde de hiçbir şey kaybetmiyorsun. Aslında sakince bir film işte, kafa yormayı gerektirmeyenlerden. Ama tabi biraz duygusal çünkü mevzuu zaten lösemi. Varlıklı bir Amerikan silesi düşünün iki çocuk bir kız bir erkek, kocaman bir ev, bahçede bir köpek klasik mutluluk anahtarları da ellerindeyken birden kızlarının lösemi olduğunu öğrenen aile onun sağlığı için tamamen laboratuvar yapımı denebilecek bir çocuk daha dünyaya getirir. Bu küçük kızı tamamen ablasını salına kavuşturmak için kullanırlar denebilir. Biraz kaba bir tabir olabilir ama filmde kullandıkları üslup bu.
Sonra artık büyüyen küçük kızın bir gün bu yardıma artık bir son vermek istediğini, artık bedenini bunun için kullanmak istemediğini söylemesiyle film hareketlenir ki sonraki olaylar bunun peşi sıra ilerler.
Filmin sonunda bizi bir sürpriz bekliyor ama benim fikrim keşke bize ilk verdikleri fikirle devam etseydi film. Neyse izlemek isteyenler için o kadar da ayrıntı vermemeyi tercih ediyorum.
Kısacası izlemeseniz de olur filmlerden.

Soysuzlar Çetesi


Bir Tarantino filmi. Ben seviyorum Tarantino filmlerini. Keyif alıyorum yani izlerken, yoksa öyle çok sinemadan anlar bir gözle size bu filmleri neden sevdiğimi anlatamayacağım. Bu filmi de sevdim.
Yıllardır bin bir versiyonunu izlediğimiz Yahudi intikam filmlerinden diyeceğim ama yok diyemeyeceğim çünkü değil. Yani evet ortada bir intikam var tabiî ki ancak dili farklı ve güzel. Bir kere öyle duygularınızla falan oynamıyor çok film. Öyle izlerken hınçla dolup ağlamak istediğiniz falan bir soykırım filmi değil.
Film konuyla dalga geçmemiş ama oyuncuları aracılıyla dalga geçer bir üslup takınmış. Filmde Yahudi bir askeri birlik var ve ele geçirebildikleri kadar çok naziyi öldürmeyi ve kafa derilerini yüzmeyi amaç edinmişler.
Sonra genç ve güzel bir kızımız var ki kendisinin ailesi taranarak öldürülürken o kaçmayı başarıyor ve sonra çok fena bir intikam alıyor.
Hikayeyi Tarantino genelde yaptığı gibi bölümleyerek anlatmış.
Bir de filmde güzel bir tezatlıklar ahengi var. O da ne ola ki demeyin hemen ne demek istediğimi özetlemeye çalışayım. Örneğin sahnelerle tezat olduğunu size hissettiren müzikler var. Alışık olmadığımız giydirmeler yani. İzlediğinizle dinlediğiniz normal deneyimlere uymuyor ama bu durum benim hoşuma gitti. Sonra yine olayların çok beklemediğiniz sonuçlarla gerçekleşiyor olması da benim hoşuma giden yanı.
Bence bir nazi filmi daha keyifli çekilemezdi. Özetle bu alında söyleyeceklerim.

Bence güzel, bence izleyin

500 Days of Summer


2009 yapımı bir Marc Webb filmi. Film renkli ama bu renklere rağmen çok keyifli değil. Ya da şöyle de denebilir sanırım, filmde insanın sinirlerini hoplatan bir şeyler var.
Esasında dayandığı nokta, bir erkeğin gözünden köpek gibi aşık olmak ve sonrası anlatılıyor diyebiliriz. Esas oğlan, kızı aslında ilk görüşünde gözüne kestiriyor. Uzunca bir süre ona karşı olan hislerini kendine bile itiraf etmiyor. Ancak esas oğlan ve kızımızın aşka bakışı taban tabana zıt. Kızımız aşka inanmazken, erkek tam olarak bir aşk tutkunu.
Aynı iş yerinde çalışan ikili uzunca bir süre adını koymadıkları bir ilişki yaşarlar. Kimi zaman sevgili gibi kimi zamansa arkadaş. Kız ciddi bir ilişki yaşamak istemediği için ikiliye ısrarla sevgili demiyor ancak çocuk bunun zamanla değişeceği umuduyla yaşıyor ve tabi bir gün buummm…olan oluyor ve kız gidiyor. Sonra film bitene kadar çocuğun bu durumla olan mücadelesi, yaşadıkları, kızı geri kazanma çabaları vs. ile ilerliyor.
Filmde sadece çocuğun bakış açısıyla ilişkiyi görüyor ya da yorumluyoruz bu durumda aslında kıza deli olmamak elde değil. Başında da dediğim insanı sinir eden unsur bu aslında. Kızın açısından neler oluyor o pek yok ortada. Belki de verilmek istenen budur gerçi.
Bununla birlikte film sıradan bir şekilde ilerlemiyor. Arada ileri ve geri sıçrayışlar yapıyor. Yani filmde toplamdaki 500 günün, belli bir kısmını farklı zamanlarda izliyorsunuz. Bir 1. günü izlerken birden 350.güne geliveriyorsunuz sonra hoopp 15. gündesiniz gibi. E bu da iyi fena değil.
Bu da böyle bir film işte.

El Baño Del Papa – Papa’nın Tuvaleti


Film 2007’de César Charlone, Enrique Fernández tarafından çekilmiş. Film Uruguay ve Brezilya sınırındaki yoksul, Melo isimli bir köyde geçiyor. Buradaki yoksulluk öylesine değil tam anlamıyla her karede hissedilen bir yoksulluk. Bu köydeki insanlar geçimlerini genellikle bisikletle kaçakçılık yaparak sağlıyorlar. Sözü geçen kaçakçılık ise bisikletin arkasına sığdırdıkları pil, şeker, un gibi temel malzemelerin kaçakçılığıyla sınırlı.
Filmde beni etkileyen şeylerden biri başroldeki ailenin ilişkileriydi. Köyde herkes yoksulluk içerisinde yaşıyor ama genel olarak bu durumu tam olarak özümsemişler, gerçi bu söylem de saçma oldu insanlar özümsemeyecek de ne yapacak sanki. Laf. Neyse, aile anne, baba ve 16-17 yaşlarında bir kız çocuğundan ibaret. Baba bisikletiyle sınırdan kaçakçılık yaparken anne kızının okul masrafı için yastık altı para biriktiriyor. Kızları ise büyük bir aşkla televizyon spikeri olmak istiyor. Anne kızını dikiş nakış öğrenme konusunda ikna etmeye çalışırken babası da onunla birlikte sınıra gelmesini istiyor.
Hayatları bu seyirde devam ederken birden yerel televizyon öncelikli olmak üzere, hızlıca Papa II. Jean Paul’ün küçük köylerine uğrayacağı haberi yayılmaya başlıyor ve işte film o haberle birlikte hızlanmaya ve şekillenmeye başlıyor.
Tüm köy halkı bu durumu nasıl fırsata yani paraya dönüştürebileceklerini düşünmeye başlıyorlar. Haberlerde Papa’nın ziyareti için gelecek kişi sayısı normalin kat be kat üstü olarak veriliyor. Abartılan bu durum köy halkı tarafından umudun da etkisiyle pek görülemiyor. Herkeste bir girişimcilik ruhu canlanıyor. Kimisi yemek işine giriyor. Evine ipotek ettirip inek alıp onları kesiyor ve sosis yapıyor. Kimisi kredi çekip börek, çörek işine giriyor…vs vs. filmin esas oğlanı ise onca insanın muhakkak tuvalet ihtiyacı olacağını düşünerek evinin bahçesine güzel görünümlü bir tuvalet yapıyor. Tabi burada öle yapıyor deyince bir çırpıda oluyor sanmıyorsunuz tabiî ki çünkü adından da anlaşılacağı gibi film bunun üzerine kurulu zaten.
Vel hasıl kelam tahmin edeceğiniz üzere işler pek de öyle tahmin edildiği gibi ilerlemiyor. Yaşananlar özetle bunlar ancak filmde insanı etkileyen yan öyle çok da sözle anlatılabilecek gibi değil. Verilen hüznü, hüsranı gerçekten görmek lazım. Yaşananlara rağmen, kaybedilen ve hatta zaten olmadığı halde kaybedilen paralara rağmen insanların hayata tutunuşunu görmek insanı derinden etkiliyor denilebilir.

Suretler


23 Kasım 09’da izlendi.
Merhaba,
Film 2009 yapımı başrolde tanıdık yüzlerden Bruce Willis var. Jonathan Mostow filmiymiş ki ben kendisini tanımıyorum.
Film bir çırpıda bitiyor denebilir. Aslında konu itibariyle film bitiminde üzerine konuşulası film olmasına rağmen biz konuşmadık bile. Neden? Çünkü film bir çok şeye dokunup bir çok şeyi anlatabilecekken sadece üzerinden geçmiş gibi geldi bana.
Filmin konusundan da bahsetmek lazım zannımca. Aslında konu yıllardır bir çok filmde işlenen ve belki de artık hayatımıza dahil olmaya başlayan bir teknolojiyle ilgili. İnsan görünümlü robotlar. Napıyor bu robotlar, ne işe yarıyor? Filmdeki işlevleri şu; bir zaman sonra insanlar bu teknolojiye öylesine hakim oluyorlar ki aman diyorlar ya ben işe gideceğime benim yerime bu robot gitsin. Ya da alışverişi o yapsın. Öğretmenden azarı o işitsin gibi gibi. E güzel peki filmde bu nasıl veriliyor? Filmde insanlar bir koltukta bir sisteme bağlanarak oturuyor ve robotları onların yapacağı her şeyi yapıyor. Sonra robotlar eve gelip şarj olurken bizim insancıklar –ki bilerek isteyerek insancık diyorum- uyanıyor ve filmde gördüğümüz kadarıyla buzdolabından bir şeyler alıp içiyorlar. So what? Yani? Ve? Nasıl yani?
Yani istenen hayat bu. Arada robot şarj olurken ben de kalkıp dolaptan süt falan içeyim. Upps! Nasıl ya? Belki şöyle bir şey anlatsa belki bir derece daha anlamlı gelebilir. Hani o robotlar orda çalışadursun biz de onların kazandığı parayla gezelim, tozalım, dünyada fink atalım ya da ne biliyim her ne yapmak istiyorsak onu yapalım. E o da yok. Mesela filmde bir sevişme sahnesi olsaydı misal. Hani robotlar çalışıyor biz de evde sevişiyoruz gibi gibi. E o da yok. Hatta şöyle saçma birkaç sahne var, akşam insanlar eğlenmek için de robotları kullanıyor. Evde arkadaşlarıyla parti veriyorlar ama partidekiler robot (?). E o zaman neden ben evde hapsolmak için bir robot yaptırıyorum ki? Beni özgürleştirmeyen, hapseden bir teknoloji söz konusu. Bilmem ki belki de ben anlayamadım.
İşlenen ya da bir dakika işlenen demiyim ama sadece dokunulan bir konu daha var o da şu; insanların gerçek görüntüleriyle robotlarının görüntüleri arasında genelde yaş ve çekicilik anlamında farklar var. Robotlar daha çekici ve gençler genel olarak. İstediğin gibi görünebilirsin yani böyle bir tanrısal güç veriyor bu teknoloji eline. Eh bu fena değil.
Sonuç olarak 80dk’da ben bu kadarını anlatırım abicim de demek istemiş olabilirler tabi. Ama bana kalırsa pek olmamış. He ama, aman kaçın izlemeyin demem. Çeşit olsun derseniz buyurun size iyi seyirler.

Merhaba ve ilk sözler

Merhaba,
Film izlemeyi sever misiniz? Kim sevmez ki?
Ben severim. Burada izlediğim filmleri kendimce –bunu üzerine basarak belirtiyorum- yorumluyorum. Kendi fikirlerimi, okuyup fikir almak isteyenlerle paylaşıyorum.
Ben yine sadece yazıyorum yani.
Okumak isteyenler buyursun okusun:)
Sevgiler...
 

Copyright © 2009 Amatör Bakış All rights reserved.
Converted To Blogger Template by Anshul Theme By- WooThemes